GÜNCEL

TÜRKİYE'DEN

RÖPORTAJ

“Geçici Olanı Kalıcılaştırmak”

Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi bünyesinde İstanbul’da Cihangir Matara Sokak’ta kurulan Grafik Tasarım Araştırma Merkezi’ni, Grafik Tasarım Tarihçisi Sinan Niyazioğlu anlatıyor.*



Hülya Ertaş:
Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi kapsamında Grafik Tasarım Araştırma Merkezi’ni kurdunuz. Bunun ortaya çıkış hikâyesini dinleyebilir miyiz?

Sinan Niyazioğlu: Bu sene Grafist’in 20. yılı. Bu 20 yıllık süreçte, gelen davetli tasarımcılarla birlikte uluslararası ölçekte bir arşivimiz oluştu: 128 tasarımcı, 28 ülke, yaklaşık 2.200 afiş ve 300 ödüllü ambalaj. Bu arşivin birkaç önemi var: Alliance Graphique Internationale (AGI) üyesi tasarımcıları içermesi ve Grafist’in ana misyonu olan desantralizasyon, yani merkezi kırma kavramı. Sadık Karamustafa’nın öteden beri yapmak istediği de bu: Sadece çekirdek Batı Avrupa değil, Japonya’dan İran’a, İsrail’den Rusya’ya kadar geniş bir ölçekte, kendi alanında uluslararası kriterlerle tanınmış tasarımcıları davet etmek; sergi, seminer ve atölye çalışmalarıyla birlikte işler üretmek ve bu işlerle beraber onların yaşadığı kültürel ortamı ve bir tasarımcı olarak oluşturdukları dili paylaşmak. Grafist bittikten sonra bu afişler arşivleniyor; aslında depolanıyor. Bu depoyu havalandırmak; açık arşiv hâline getirerek okunabilir kılmak, bizim bütün bu süreci “Ne yaptık, nereye kadar geldik?” diye sorgulamamızı da sağladı. Grafist arşivi, araştırmacıların kullanımına sunmak için kurduğumuz araştırma merkezinin de çekirdeğini oluşturdu. Merkezin arşive ev sahipliği yapmaktan öte farklı amaç ve işlevleri de var. Şu anda fiziksel olarak rektörlüğün bize tahsis ettiği Cihangir Matara Sokak’ta üç katlı bir binamız var. Giriş katta kütüphane, birinci ve ikinci katta arşiv yer alıyor. Çatı katını da seminer verilen, toplantılar yapılan bir alana dönüştürmek istiyoruz. Grafist 20 kapsamında 19 Nisan’da açtığımız arşiv sergisini bir konsept olarak düşünürsek zamanla büyüyecek ve gelişecek. Arşivin fiziksel varlığının yanı sıra onu mümkün olduğu kadar araştırmacı, akademisyen, lisansüstü programlarda okuyan, paydaş kurumlardaki ilgili kişilerin kullanımına sunmak en önemli misyonumuz. Bunu da bir e-arşiv yazılım projesi ile gerçekleştireceğiz ki kısmen tamamladık. Arşivin verimli olabilmesi için kullanıcılar arşivi nasıl kullanıyor, hangi kullanıcılar kullanıyor ve en fazla hangi alanlarda araştırma yapıyorlar gibi soruların cevapları ışığında arşiv sürecinin yönetimini yapmak işin daha önemli kısmını oluşturuyor.



HE.:
Bu e-arşiv ne kadar açık ne kadar kapalı olacak? Mesela üniversite kütüphanelerine açık mı olacak, yoksa herkese mi?

SN.: Bir üyelik sistemi olacak. Kullanıcı kişi, bir kurum bilgisi girdiğinde hangi alanlarda, hangi arama motoruyla, neyi arıyor görebileceğiz; bir nevi veri bankası oluşacak. Bu denetlemek için değil, bilgi sahibi olmak için. Böylece çok kaba hatlarıyla ülke, dönem, tema, tasarımcı gibi arama motorları ya da dört başlık için permütasyon hesabıyla 16 kriter gibi arayüzler oluşturabiliriz. Örneğin belli bir sürenin sonunda, “ağırlıklı olarak doçent ile profesör arasındaki araştırmacılar, şu temalarla ilgili araştırmalar yapıyorlar” gibi bir bulgu çıkabilir. Çünkü arşiv, kullandıkça ve kullanıcısıyla geliştirilir. Böyle bir düşümüz, misyonumuz var.

HE: Bunun benzeri uluslararası örnekler var mı?

SN: Çok var, ancak bunlar genellikle büyük kurumlar. Bizim arşivimiz için Türkiye ölçeğinde nitelikli diyebiliriz, çünkü AGI üyesi tasarımcıların, Grafist’in kurucusu Sadık Karamustafa ve MSGSÜ Grafik Tasarım Bölümü’nün zaman içerisinde oluşturduğu istikrarlı üretim sayesinde bize katılmaları ve işlerini bize bağışlamalarıyla oluştu. Benzer şekilde Zürih’teki Gestaltung Müzesi'nin de bir üniversitenin tasarım fakültesine bağlı bir arşivi var, bizim Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi Grafik Tasarım Bölümü gibi. Orada da aynı şekilde tematik sergiler yapıyorlar ve çok nitelikli bir arşivleri var. Arşivin ana yapısını, 1950’ler modernizmi, uluslararası tipografi stilleri oluşturuyor, Helvetica’nın doğuşu gibi. İkinci Dünya Savaşı sonrasında da artık nesnel, evrensel içeriklerin oluşumunu içeren çok nitelikli bir arşiv, çünkü onların kültür politikaları büyük ölçüde bunun üzerine. Bizim 2200 afişlik arşivimiz Zürih Tasarım Müzesi’ne göre butik bir arşiv olabilir. Ama bence önemli olan şu: Çok nitelikli bir arşivin olabilir ama onu iyi yönetemezsen hiçbir şey ifade etmez. Vasat bir arşivin olabilir ama çok iyi yönetirsin ve pek çok kişiye zemin olarak fayda sağlayabilirsin. Ben buna inanıyorum. Türkiye’de sadece tasarımla ilgili değil, çeşitli kurumların da çok değerli arşivleri var. Fakat bunlar daha kaydedilmedi, depo olarak saklanıyor. Bizde arşivcilik biraz depolamayla özdeşleşmiş durumda. Bir yerde arşivler saklanıyor ama nerede ne var bilinmiyor. Arşivleme, sadece fiziksel koşullara karşı korumayla özdeşleştiriliyor. Şimdi farklı arşivleme yöntemleri var. Ben kendime ait bir ifade biçimi buldum; arşivci, müzeolog ya da tasarım alanındaki meslektaşlarla da bunu istişare ettiğim vakit bunları uygun buldular. Birincisi “donmuş arşivler”, yani bu depo arşivler. Adeta arşivleri donduruyorsun, fiziksel sürece karşı koruyorsun ama kimse bunu bilmiyor. Bizim devlet arşivleri öyledir ya, girmek ve tanımlamak çok zordur. Bunun daha iyi yönetildiği şekli ise “uyuyan arşivler”. Bu bizim yapıya daha çok uyuyor. Arşiv çıkarılmış, bakılmış, incelenmiştir; fakat arşiv materyalleri harita, pafta saklama dolapları gibi bir yerde, karanlık bir ortamda saklanır. İlgili bir sergi, etkinlik, yayın için o arşiv açılır, işler uyandırılır, bakılır ve sonra tekrardan uyutulur. Bunlar dışında belli müze ve kurumların bünyesinde bulunan arşivlere de “aktif arşivler” diyebiliriz. Yıllar evvel Stedelijk Müzesi küratörü Carolien Glazenburg buraya gelerek afişlerle bir sergi gerçekleştirmişti. Kendi arşiv sistemlerinden bahsetmişti: Tamamıyla müze içerisinde yer alan bir birimde bulunan ve ilgili personel tarafından yönetilen arşive, randevu yoluyla erişiliyor ve insanlar koruma altında duran afiş benzeri basılı malzemeleri görebiliyorlar. Bu çok önemli; arşiv uyumuyor, sürekli arşivden üretim yapılıyor. Bir diğeri de “güncel arşivler”: Her türlü verinin girilmiş olduğu nitelikli bir arşivin vardır ve kendi sergisini, yayınını düşler. Dolayısıyla aslında aktiftir; bir sponsor, uygun bir kaynak ve ortam bulduğu takdirde herhangi bir takvimde kendini gerçekleştirebilecek bir arşivdir.




HE:
Müze koleksiyonları öyle biraz, misal İstanbul Modern sürekli olarak kendi koleksiyonundan eserler çıkarıp sergiliyor?

SN: Burada koleksiyonla arşiv arasındaki farka da değinebiliriz, çünkü bu kavramlar Avrupa’da daha tanımlı ama Türkiye’de çok oturmuş değil. Koleksiyon bir mülkiyet meselesidir, içerisinde mülkiyet fikri oluşturma vardır ve aristokrasiyi takip eden burjuvaziyle oluşmuştur. Bunun kamuya aşikâr kılınmasıysa burjuvazinin maddi ya da kültürel zenginliğini kamuyla paylaşma isteği ve niyetiyle ilgili. Ama arşiv çok daha eski, köklüdür; kurumlarla oluşur ve ana fikrinde mülkiyet fikri yoktur, bir kültürü kaydetme fikri vardır. Bizde bu iki kavram birbirine girmiş, fazla eklemlenmiş durumda, çünkü koleksiyonları yönetenler genelde Türkiye’nin endüstri ya da ekonomi alanlarının dinamosu olan belli burjuva aileler, holding şirketleri, onların özel kuruluşları ya da vakıfları.

Son olarak da “öncü arşivler”den bahsedebiliriz. Örneğin, daha önce Londra Tasarım Müzesi’nin küratörü ve müze müdürü olan Dejan Sudjic’in oluşturduğu bir arşiv var. Çok az, öz ama çok nitelikli; belli sergilerden ve temalardan gerçekten insanın ufkunu açabilecek ve o paradigmayı yeni baştan görmemizi sağlayabilecek arşivi var. Yine Anglosakson ekolünden Jane Pavitt; kendisi Victoria & Albert Müzesi Tasarım Bölümü’nün daimi küratörü ve Royal Collage’ın da dekanı, “öncü arşiv” olabilecek tasarım ürünlerini toparlıyor. Victoria & Albert Müzesi de bununla ilgili malzemeleri çok iyi kullanarak “Brand New” gibi önemli işler yaptı.

Biz ise bir devlet üniversitesi bünyesinde tam zamanlı çalışan akademisyenlerle bir araştırma merkezi ve onun içinde yer alan bir arşiv olarak nasıl bir yönetim sistemi kurabiliriz? Bu biraz “uyuyan arşiv” oluyor. Bir müze bünyesindeki gibi daimi çalışan bir uzman ya da arşivci yok, ancak araştırmacıların, akademisyenlerin bizim merkezimize sunacakları yazışma, araştırma konseyi; randevu sistemi aracılığıyla yürütülmesini düşlediğimiz bir mekanizma kurmaya çalışıyoruz. Oraya gelenler fiziksel arşivimizi de görebilir; bir afişi birebir boyutlarında ve malzemesiyle görmek gerçekten çok etkileyici. Bu batıda, özellikle tasarım tarihi yazımında kültürün bir parçası. Mesela ben de şanslıyım, çünkü grafik tasarımın tarihini bu alanda ilk kitap yazan Dilek Bektaş’tan öğrendim, asistan oldum ve şimdi de o dersi veriyorum. Ama Türkiye’deki diğer grafik tasarım tarihi öğrencileri, akademisyenleri aynı değil. Fransa Paris’teki büyük kütüphanenin alt katında, Jules Chéret’nin tek parça, 1,70 x 2,20 m olan afişleri vardı. Ben Art Nouveau afişlerin ne demek olduğunu o müthiş litografi baskıları gördüğüm vakit anladım. Kamusal alanda, sokakta, o kadınlar, tipografi, renkler, baskının kalitesi ne ifade ediyor birebir gördüm. Ya da öğrencilere Bauhaus’u anlatırken Marcel Breuer’nin, hocası Wassily Kandinsky’ye ithaf ettiği, Wassily Sandalyesi’ni, burada o sandalyenin replikasını yapan dükkânları anlatır, koltukla ilgili bilgiyi veririm ve derim ki “Lütfen dersten sonra gidin, oturun, hissedin, deneyimleyin.” Çünkü görüntüyü görmek bir şey değil; üretebilmek, üç boyutlu yapmak, kullanmak, deneyim kültürü çok önemlidir. Türkiye’de bu kültür, endüstri tasarımı ürünleri arşivi çok gelişmiş değil. Arşiv, müzenin bir çeşit tohumudur aslında. Bir çekirdek şey yapıyorsun ve her bir çekirdek, her bir tohum ilerisini düşünüyor. Bizde öncelikle iyi arşivlerin oluşturulması lazım, ondan sonra belki müzeden bahsedebiliriz.




HE:
20 yıl belki çok kısa bir süre ama tasarım eğilimleri okunabiliyor mu arşivden sizce?

SN: Okunabiliyor tabii. Ferruh Haşıloğlu’nun dijitalleştirdiği arşive bakarak şunu söyleyebilirim: Bizim arşivde beş kuşak var. Kuşak derken demografik olarak jenerasyondan değil, üreticilerin dönemler üzerinden yetkinliklerinden bahsediyorum. Birincisi, çocukluk ya da gençlik yıllarını İkinci Dünya Savaşı döneminde geçiren kuşak: Morteza Momayez, Yurdaer Altıntaş gibi. Savaş sonrası Yeni Dünya düzeninin, ideal modernizmin şahidi olmuş ve uluslararası dili arayan, uluslararası amblemlerin, ikonların ya da imgelerin peşinden giden bir kuşak. İkincisi, İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından doğan ve ‘68 kuşağıyla beraber geç modernizmin ve erken postmodernizmin uygulayıcı öznesi olan kuşak. Sadık Karamustafa, Bülent Erkmen’i sayabiliriz burada. Üçüncüsü, içinde Emre Senan ve Haluk Tuncay’ın da yer aldığı 1971 - 1980 ihtilalerine kadar olan jenerasyon. Türkiye’deki kapalı yapının sona ermesi ve neoliberal politikaların gelişim sürecini izleyen kuşaktır. Bu kuşakta illüstrasyon çok güçlüdür, çünkü illüstrasyon fotoğrafın karşında kendi gerçeğini üretir. Dördüncü kuşak olarak bizleri tanımlayabilirim. Çocukluğunu Özal Türkiye’sinde geçirmiş, Özal sonrası neoliberal politikalarla da küreselleşmeye ve beraberinde getirdiği pek çok olumsuzluğa şahit olan, kariyerine Irak Savaşı'yla başlayıp sonrasında bütün Orta Doğu’da bitmek bilmeyen bir savaşın sürecini izleyen bir kuşak. Ben burada asistanken Irak Savaşı vardı, “Tasarımcılar ortam gerilimli olduğu için gelmiyorlar” diyordum; şimdi doçent oldum ve Suriye Savaşı var. Bitmiyor, bu korkunç bir şey. Şu an göçmenlerden de görüyorsun, korkunç bir trajedi var. Beşinci kuşağa ise ‘80 sonrası kuşak diyebilirim; onların algıları, gerçeklikleri hepsinden daha farklı ve ülkeye göre çeşitlenen biçimleri var.



HE:
Konuşmaya başladığımızdan beri düşünüyorum; etkinlik afişi, sinema afişi vs. afiş çok geçici bir malzeme, saklanmak için tasarlanmamış gibi durur. Çok zıt değil mi geçici olmak üzere tasarlanmış bir nesneyi arşive koymak?

SN: Beni grafik tasarım tarihçisi olarak heyecanlandıran bir şey bu: oldukça geçici bir malzemede kalıcılığı aramak. Bu zıtlık benim çok hoşuma gidiyor. Mesela kendime ait bir pul koleksiyonum var ve pul çok ince, hassas bir malzeme. Pulu iyi okursan, ülkenin tarihini iyi okuyabiliyorsun. Ben pulu minyatür bir afiş gibi görüyorum, bu küçüklüğü sebebiyle koruması da kolay. Ancak afiş, kâğıt bir malzeme ama büyük ve bu yüzden saklamak çok zor, ziyan oluyor, atılıp gidiyor. Geçici dünyada kalıcı fikirler kurmak bir çeşit yazarlıktır (authorship) diye düşünüyorum. Kaydetmek önemli.

* XXI Mimarlık, Tasarım ve Mekan Dergisi, Mayıs 2016.